Saturday, April 24, 2010

Babaannnem

Blog dediğin şey bi nevi günlük. Ciddi bir farkı var elbet. Bunun diğerinden ayrı olduğu husus; sen istersen hissettiğini, düşündüğünü, yaşadığını yüzlerce kişinin okuyabileceği bir ortamda paylaşıyorsun. Bir şeyi yazmak ya da yazmamak senin elinde. Aynı şekilde paylaşıp paylaşmamak da... Ben mümkün mertebe burasının bir futbol blogundan ziyade, gayet kişisel bir blog olduğunu her fırsatta dile getirdim ve getirmeye devam edeceğim. Burada bölümden mezun olduğumdan günden tutun, iki sene evvel Anneannemi kaybettiğimiz güne kadar özel hayatımla ilgili bazı hadiseleri yazmıştım. Yanlış anlaşılmayacağını ve abes bulunmayacağını düşünmüştüm. Hakkaten de öyle oldu. Samimi bir dille yazdım bu olayları ve yine samimi tepkiler aldım. Şimdi yine öyle samimi bir dille hissettiklerimi, duygularımı yazmak istiyorum.

Geçen haftaydı. Rüyamda sela okunduğunu duydum. Uykulu bir şekilde vefat eden kişinin ismini bekledim. Selayı okuyan imam ya da müezzin her kimse artık, Babaanemin adını zikretti. N'oluyor? diyerek yataktan aniden kalktım. Çevreme anlamsız gözlerle baktım. Odada her eşya yerli yerindeydi. Ancak aşırı rahatsız edici bir sessizlik hakimdi. Hemen fırladım evine koştum. Kapıda beni Dedem karşıladı. Ve Babannemin vefat ettiği haberini verdi.

Bu rüyadan iki gün sonra bir yemek esnasında rüyamı Anneme ve Babama anlattım. Rüyaların tersi çıkarmış şeklinde bir inanış var ya, biz de ona yorduk bu rüyayı...

Birkaç gün önce Babaannem ciddi manada rahatsızlandı. Salı günü Alsancak'taki doktoruna götürdük. Bizi öğrencisinin olduğu ve böbrek hastalıkları konusunda olumlu şeyler duyduğumuz Yeşilyurt'taki Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesine yönlendirdi. Aynı gün içerisinde Babaannemi hastaneye yatırdık. Dönüşümlü olarak yanında refakatçiler kalmaya başlayacaktı. Bir gün sonra refakatçi değişti, akşam üzeri aniden yoğun bakıma alınmış ve nöbetçi doktor "hemen yakınları çağırın" demiş. Biz de apar topar Yeşilyurt'a gittik. Önce bize "hastanız yoğun bakımdan dahiliye bölümüne geçmiş" diye sevindirici bir haber verdiler ama sanırım bu bir taktikmiş. Sonradan öyle yorumladım zira. Hastanenin koridorlarında bir oraya bir buraya koşuşturmanın ardından en son olmamız gereken yerdeydik. Hastamızın durumunu öğrenmek için adını söylediğimiz anda şöyle bir cümle duyduk. "Aa.. Evet, teyzeyi 15 dakika önce kaybettik". O an saliselik bir sessizlik de olsa ömrümün en uzun sessizliği gibiydi. Bir gün önce hastaneye yatırdığımız, tedavi sürecinde diye düşündüğümüz Babaannemin kalbi durmuş. Önce tekrar çalıştırılmış, daha sonra bir kez durmuş...Tekrar geri döndürülememiş...

6 yıllık böbrek rahatsızlığı olan ve 10 yıldır astımı olan biriydi Babaannem. Ölüm raporunu inceledim. Yazılı olan dört nedenden ikisi bunlardı. Yazılı en son neden tabii ki kardiyak arrest, kalbin durması yani. Bunlar sebepler... Eskilerin deyimiyle vakit saat dolmuş demek lazım sanırım.

Şimdi acaba şöyle olsaydı, böyle olur muydu soruları uçuşsa da kafamda, ne değişir ki? Giden gitti bir kere.

Gezmeyi ve çevresindeki insanların yardımına koşmayı çok seven biriydi. Başkalarının dertlerinin peşinde koşmaktan kendi dertlerini unuttu bir bakıma. Vefatını duyanlar taziyelerini bildirmeye geldiler ve hala geliyorlar. Ve hepsi, Babannemin onlara yaptığı ve bizim bilmediğimiz birçok yardımdan bahsettiler. Cömertliğini bilirdim ama tabir-i caizse Buz Dağı'nın yalnızca görünen kısmını biliyormuşuz. Cenaze namazında camii avlusunun dolup taşmasını, mezarlıktaki kalabalığı, onu son yolculuğuna uğurlayanları görmüştür inşallah.

Her işi hemen bitirmeyi severdi. Telaşlı biriydi. Ölüme de telaşlı bir şekilde gitti. Elden ayaktan kesilmedi. Sadece son iki-üç gün rahatsızlanmıştı. Salı günü hastaneye yattı, çarşamba gecesi vefat etti.

Gezmeyi çok seven biriydi. Cenazesini Yeşilturt'tan Manisa'ya (memleketine) cenaze aracıyla taşımamızı başka nasıl açıklayabiliriz ki? Yine geze geze gitti Manisa'ya...

Geçen yaz bana baskı yapmıştı ve İstanbul'daki akrabalarını görmek istediğini söylemişti. Biraz yorucu olmuştu onun için bu ziyaretler, oradan oraya kaç yere gitmiştik. İlk defa gördüğüm akrabalarına bile uğramıştık. Son kez görecekmiş demek ki onları. Mutlu olmuştu, bana kaç kez "sağolasın Hasan'ım...Allah razı olsun" demişti sayısını hiç hatırlamıyorum. Gerçi bir gün Mecidiyeköy'ün o illet öğlen sıcağından payını aldıktan sonra, "aman al İstanbul'un senin olsun" demişti ama çok mutlu olmuştu akrabalarını gördüğü için. İyi ki dolaştırmışım onu. İyi ki vapurla karşıya geçmişiz, Karacaahmet'te kabir ziyaretinde bulunmuş vs.

Neyse, daha fazla uzatmayayım. Onu anlatmaya benim kelimelerin yetmez. Şimdi geride kalan anılar var hafızada (küçükken beni severken "kıvırcığım" derdi mesela, söyleyiş tarzıyla hep aklımda). Bir de acı çekmeden ve çevresine çektirmeden ölmek istemesi ve bu duasının kabul olduğunu görmenin tebessümü var elde.

Arayan, soran, bir şekilde ulaşıp taziyesini bildiren herkese buradan da "sağolun" demek istedim.

Mekanın Cennet olsun Babaannem...Allah rahmet eylesin...
Senin kıvırcığın.

No comments:

Post a Comment